Pierre ve ben, ayni yil, ayni köyde dogduk. Ayni okulda okuma yazma ögrendik. Fakat ayni yerde yazgilarimiz birbirinden ayrilmaya basladi. Pierre, harika bir matematikçiydi, kimyaya olaganüstü bir ilgi duyuyordu ve fizik dalinda ödül birakmayip topluyordu, benim içinse varsa da yoksa da edebiyat ve siirdi, buna daha sonra felsefe de eklendi. Daha yirmisinde Pierre yurdunu birakip gidiyordu. Bense atalarima ait yüzyillik evde kaliyordum. Çocukluk arkadasimi artik görmüyordum ama evimin hemen yakinlarinda oturan ailesi vasitasiyla kendisinden haberler aliyordum.

ABD'de bulunuyordu. Elektrik, elektronik ve bilgisayar ögrenimi görmüstü. Bir bilgisayar firmasinda önemli bir görevi oldugu söyleniyordu. Gönlünün sesine dogru ilerledikçe benden iyice uzaklastigini hissediyordum. Öyküler ve esinini halk söylencelerinden alan efsaneler yaziyordum. Bana öyle geliyordu ki hikayeci olarak bana esin kaynakligi edebilecek tek sey, çocukluk dönemimin agaçlarinin ve sürülmüs topraklarinin yakinimda olusuydu. Sanatim zenginlestikçe her geçen gün dogdugum yere biraz daha kök saliyordum.

Bir gün aniden Pierre çikageldi. Kapimi çalip, kollarima atildi. Pek degismemisti. Uzakta olmakla birlikte, çalismalarimi izlemisti. Tek bir kitabim yoktu ki defalarca okumus olmasin. Ve bana fantastik bir öneri getiriyordu. Firmasi uluslararasi bir sifreleme sistemi hazirlayivermisti. Herhangi bir program en küçük bir hacimle kaydedilebiliyor ve çesitli dillerde sifre çözücüler tarafindan okunabiliyordu. Bana dünyada bu sistemden yararlanan ilk yazar olmami öneriyordu. Eger önerisini kabul edersem, tüm yapitlarim bilgisayara yüklenir ve daha sonra elverisli bir terminalle donanmis yüz otuz ülkede okunabilirmis. Kitaplarim böylece dünyanin dört bir yaninda Incil gibi, Kuran gibi sasilacak derecede yaygin bir okur kitlesine ulasirmis. Pierre'in projesi beni büyülemisti adeta.

- Ben bir iletisim adamiyim, dedi. Sen bir yarati adamisin. Iletisim ancak ilettigi mesajlarla geçerli sayilir. Sensiz ben hiç olurum.

- O kadar alçakgönüllü olma, dedim ben de ona. Yarati artik pariltidan vazgeçemez. söhrette de, servette de gözüm yok benim. Ama okunmaya ihtiyacim var. Besteleri çalinmayan bir müzisyenin, oyunlari sahnelenmeyen bir oyun yazarinin halini düsünebiliyor musunuz? Iletisim yaratiya, o olmadigi takdirde ölü bir nesne olmanin ötesine geçemeyecegi çok biçimli ve önceden kestirilemez bir yasam katiyor.

Ve duygularimi en iyi sekilde hikayeci olarak anlattigimdan, ona Dervis Gazali adindaki bilgenin, tam adiyla söylemek gerekirse El-Gazali'nin bir meselini, sözlü anlatim gelenegi buna elverisli oldugundan, biraz benim tarzima göre düzenleyerek anlattim.

Vaktiyle Bagdat'ta bir halife varmis, bu halife sarayinin huzur odasinin duvarlarini süslemek istiyormus. Biri Dogu'dan, biri Bati'dan olmak üzere iki ressam getirtmis. Ilki kasabasindan bir yere ayrilmayan ünlü bir Çin tasra ressamiymis. Ikincisi, dünyada dolasmadik ülke birakmayan bir Yunanli imis ve besbelli ki tüm dilleri konusuyormus. Yalnizca ressam degil, ayni zamanda gökbilim, fizik, kimya, mimarlik konularinda da derin bilgi sahibiymis. Halife onlara düsüncelerini aktarmis ve her birine huzur odasinin bir duvarini verip onlari süslemelerini istemis.

- Isinizi bitirdiginizde, demis, sarayda büyük bir sölen verilecek. Saray erkani toplayip inceleyecek, yapitlarinizi karsilastiracak ve ötekinden daha güzel bulunanin sahibine çuvallar dolusu altin verilecek.

Sonra Yunanliya dogru dönerek, ona freskini ne kadar sürede tamamlayacagini sormus. Ve Yunanli gizemli bir biçimde su yaniti vermis:

"Çinli meslektasim ne zaman bitirirse ben de o zaman bitiririm." O zaman halife Çinli ressami sorguya çekmis, adam duvarin resimleme isini üç ayda tamamlayacagini söylemis.

- Güzel, demis halife. Birbirinizi rahatsiz etmeyin diye salonu bir perdeyle ikiye bölecegim ve size üç aylik bir süre veriyorum, üç ay sonra görüsürüz.

Üç ay geçmis ve halife iki ressami çagirtmis. Yunanliya dönerek, "Bitirdin mi?" demis. Ve Yunanli gizemli bir biçimde su yaniti vermis: "Eger Çinli meslektasim bitirdiyse, ben de bitirdim." O zaman halife Çinli ressama da sormus ve "Bitirdim" yanitini almis.

Saray erkani ertesi gün toplanmis ve iki yapiti karsilastirmak ve bir karara varmak için kafile halinde huzur odasina dogru yönelmis. Yalnizca islemeli kaftanlarin, tüy sorguçlarin, altin takilarin, sedef kakma silahlarin akilda kaldigi muhtesem bir kortejmis bu. Herkes önce Çinli ressamin resimledigi duvarin önünde toplanmis. Bir hayranlik çigligi yükselmis. Freskte betimlenen gerçekte, çiçeklenmis agaçlar ve üzerinde zarif köprülerin yer aldigi fasulye biçiminde küçük göller olan düssel bir
bahçeymis. Seyrine doyulmayan bir cennet manzarasi! Yarattigi büyülenme müthismis, ama hiçbiri, Yunanlinin yaptigi resme de hiç bir göz atmadan Çinliyi yarismanin galibi ilan etmek istemiyormus.

Fakat az sonra halife salonu ikiye bölen perdeyi açtirmis. Kalabalik arkasini dönmüs ve adeta büyülendiklerini açiga vuran bir saskinlik çigligi duyulmus.

Ne yapmisti ki böyle Yunanli? Resim yapmamisti. Yalnizca yerden baslayip tavana kadar yükselen uçsuz bucaksiz bir ayna yapmakla yetinmisti. Ve tabii bu ayna, Çinlinin yaptigi bahçenin görüntüsünü en küçük ayrintisina kadar yansitiyordu. Iyi ama, diyeceksiniz, bu resim hangi bakimindan modelinden daha güzel ve daha heyecan verici idi? Dogrusunu isterseniz Çinlinin bahçesi issizdi ve içerisinde yasayan insan yoktu, oysa Yunanlinin bahçesinde, islemeli giysileri, tüy sorguçlari, altin takilari ve sedef kakma silahlari olan muhtesem bir kalabalik görünüyordu. Ve tüm bu insanlar kipirdiyor, hareket ediyor ve kivançla birbirlerini taniyorlardi.

Oy birligiyle Yunanli ressam yarismanin galibi ilan edilmis.